Bağırmasıyla, ürküp havalanan kuşların uğultusu ve kanat çırpınışları, Bekir’i kendine getirir. Bağırtısıyla kuşları ürküttüğü için kendi kendine kızar, buna hakkı olmadığına karar verir, iyi ki daha İso gelmemişti, yoksa bir de utanırdı yaptığından. İso acaba ayıplar mıydı? Kendine sorduğu soruyu yine kendi cevapladı; ‘Evet ayıplardı’.
Bu kez, çok ince bir nokta, kafasını daha da karıştırdı!
‘İso davranışımı ayıp sayacağı için mi yapmamalıydım, yoksa yapılmaması gereken bir davranış olduğu için mi yapmamalıydım! Ah keşke şehirde oturan, asker arkadaşım, Osman yanımda olsaydı, bunu ona sorardım.’
Bir araya geldiklerinde, Osman buna benzer konuları; güzelce izah eder, aklındaki pürüzleri yok ederdi!
.Akşam ki uykusu, huzursuzluğunu gidermemiş, espri ile karışık konuşan anasına kızarak, çardaktan bir şey yemeden çıkmıştı. Gözleri ile, yere dökülmüş kuru dutların yaprak ve dal üzerindeki temizlerini arayak, gördüklerini alıp ağzına atmaya başlar. İso’nun gelmesine daha çok vardır. Hatırı sayılır miktarda kuru dut yiyerek karnını doyurur. Yazın son günleri olduğundan, güneşi, azda olsa gören, bir noktaya uzanır ve beklemeye başlar. Bir de türkü mırıldanmaya başlar:
.Duyduğu hışırtıyla ayağa fırlar, çardakların olduğu tarafa bakar, gelen var mı diye. Evet gelen İso’dur. Heyecanından, ağacın etrafında dönmeye, zıplamaya, ıslık çalmaya başlar. İso yaklaşınca kıyafetine çeki düzen verir, omuzlarını büzer, ellerini de önünde kavuşturarak beklemeye başlar. ‘Acaba kollarımı açsam, koşa koşa kucağıma gelip bana sarılır mı? Ne güzel olurdu sarılsaydı.’
.Şimdiye kadar birbirlerine hiç sarılmamışlar, Bekir sarılmak için bir kaç kez yeltenmiş, ama cesaret edememişti, İso izin vermez diye.
‘En iyisi kollarımı kendisine doğru biraz havada tutarak, sarılmak isteğimi, belli etmeliyim. Yok….yok. En iyisi gelince elini tutup yere oturmasını isteyeyim. Niye düşünmedim bunu, şimdi gelince nere oturacak. Ah kafam! Ancak oturup dut yedim, türkü çığırdım.’ Bekir, İso’nun rahat oturmasını sağlamak için hemen kuru yaprak ve otlardan, oturanın sırtını ağaca dayayacak şekilde bir döşek yapmaya koyulur. Döşek hazırdır artık, İso’yu karşılamak için ayakta bekler. İso’nun üzerine giydiği fistan, bacısının fistanıdır. Bir anlam vermeye çalışır ama, pek anlamlandıramaz.
Ağacın dibine yaptığı döşeği işaret ederek, İso’ya;
“‐Hoş geldin, daha geç gelirsin diye çok korktum.”
İso oturur oturmaz;
“‐Hoş bulduk. Anamla, anan ekmek yapiylardı. Başımın ağrıdığını, çardağa gideceğimi söyleyip öyle geldim. Uzaktan gören olursa da tanımasın diye bacının fistanını giydim.”
Bekir içinden konuşur;
‘Sevdiğim kız, benim için anasına yalan söylemiş. Demek ki oda beni seviyor.’
Birden cesaretini toplayarak, İso’nun ellerinden tutar ve;
“‐Seninde beni çok sevdiğini biliyim. Kebiye inişi anamla, babam seni istemeye gelecekler. Fakat baban beni sana layık görmey. Eğer seni vermezlerse, benimle kaçar mısın?” Bekir bir an çok kestirme olan bu soruyu sorduğuna pişman olur;
“‐Beni yanlış anlama, amacım seni üzmek veya zorlamak değil, maksadım; senin de sevdiginin sonuna kadar arkasında durup, duramayacağını öğrenmek için sordum. Sensiz bir yaşam bana haram.”
Bir anlık sessizlikten sonra Bekir devam eder;
“‐Bizim Mısto’yu* bilirsin. Sonum onun gibi olur.”
Mısto’nun adını duyan İso, terleyen avuç içini fistanına sürerek kurutur ve Bekir’in yanaklarına götürür;
“‐kıyamam sana, bende deli divane olurum. Sen beni çok rahat mı saniysın? Sofrada boğazıma lokmalar diziliy, yutamayım. Yatakta, yatak diken olup canıma batiy, yatamayım. Giydiğim elbise, kefen giymişim kimin geliy.”
.Güneş iyice yükselmiş, yerin ısınmasıyla, kuruyan otların, çürüyen dalları, kırılıp, çıtırdamaya başlar. Birbirlerine sarıldıklarının farkına, kırılan kuru dal çıtırtısıyla varırlar. Sesin geldiği tarafa döner, bir şey göremezler, tekrar sarılır, koklaşırlar. Kalp atışlarının sesleri, nefes alış verişleri de birbirine karışmış bir vaziyette öylece kalakalırlar. İkisi de zaman dursun istiyordu. Tekrar bir kuru dal çıtırtısı; durmasını istedikleri, hiç bitmesin istedikleri ‘zamandan’ onları alıp çıkarmış, gerçek zamana getirmeye yetmişti. Sesin geldiği tarafa yine bakar, yine birşey göremezler. Fakat güçsüzlüklerinin de farkına varırlar. Güçleri kuru bir dal çıtırtısına bile yetmiyordu. İkisi de birbirlerinin gözlerinin içine bakarak, konuşmadan öylece kalarak zamanı durdurmaya çalıştılar!!
.İso’nun avuçlarının içi terlemeye, bedenini üşütme dışı bir titreme almış gibiydi. Isınmak için Bekir’e iyice sokulur. Bekir’de titriyor, sırtı terlemiş, saçlarının arasındaki ter damlacıkları, alnından, şakaklarından, aşağıya, boncuk boncuk iniyordu. Birbirlerine sarılır, öylece kalırlar ve tekrar bir dal çıtırtısı duymamak için dua ederler. Birbirlerine hasretleri bir nebze azalmış, kalp atışları normalleşmişti. İso konuşmaya başlar;
“‐Fatma teyzem anlatmıştı:
Hasankeyf diye bir diyar varmış. Bu diyarda da sevdiğini alamayan gençler evden kaçarlarmış. Kaçmanın ve kaçırmanın cezası öldürülmekmiş. Bu diyarın Kralına bir gün kraliçesi derki; Kralım bu gençleri öldürüp günahına girmeyelim. En iyisi onları bir sala bindirerek, suya bırakıp, kaderlerine terkedelim. Cezalarını, nehir ilahları versin. Fikir kralın kafasına yatmış ve bir ferman yayınlamış: bundan böyle; otoriteye ve ailesinin kararına karşı gelip kaçanlar, öldürülmeyecekler ama suya bırakılıp, kurda kuşa yem olacaklardır.”
Bekir, anlatılan hikayeden önce irkilmiş, sonra kendini toparlayarak;
“‐güzelmiş ya. Suyun ortasındayken, kurt zaten gelemez, gelen kuşları da avlarız. Hem balık ta tutarız. Üstelik ikimizde yüzme biliyoruz. Kraliçe çok akıllıymış, demek gençlere acımış, kurtarmak için böyle bir yol bulmuş. Bu şekilde kurtulan gençler ne kadar minnet etseler, hakkını ödeyemezler O kraliçenin.”
İso;
“‐Evet, Fatma teyzem’de öyle anlatmıştı. Kraliçe bu gençleri sala bindirip suya bırakacak görevlilere, gizliden birer altın vererek, yanlarına, kurtulmalarına yetecek kadar erzak vermelerini sağlamış. İlk bu cezaya çarpılan iki genç, birkaç gün ve geceden sonra, çok dik ve yüksek kayaların olduğu bir yerde, küçük bir düzlük bulurlar. Sallarını düzlüğe çıkarır ve önünde durdukları yüksek kayayı oyarak, sığınacak bir mağara yapar, içine yerleşirler. Sonraki zamanlarda da bu cezaya çarptırılan gençler, gelip buraya yerleşmiş ve her gelen kendine bir mağara oymuş. Öyle çoğalmış, öyle çoğalmışlar ki, yüzlerce, binlerce mağara oyulmuş. O mağaralar, bugün bile duruyorlarmış orada. Bekir,
…. evlenirsek gidermiyiz Hasankeyf’e?”
Bekir;
“‐Ben de merak ettim, yüreği güzel insanların, yaptığı yerleri, gidip görmek lazım.”
******
*Mısto;
Gerçek adı Mustafa’dır. Sevdiğine kavuşamadığı için, çıldırdığı, dellendiği söylenir.
******
DEVAM EDECEK….
GENEL
2 gün önceGENEL
2 gün önceGENEL
2 gün önceGÜNDEM
3 gün önceGENEL
3 gün önceGENEL
3 gün önceEKONOMİ
3 gün önce